Atatürkün Edebiyatla İlgili Görüşleri

Atatürk’ün Edebiyatla İlgili Görüşleri Nelerdir?

Neredeyse her konu hakkında önemli sözleri olan Mustafa Kemal bu konu hakkında da bizleri aydınlatacak açıklamalar yapmıştır. Edebiyata büyük önem veren Atatürk açıklamalarını da dikkatle seçmiş ve ona göre topluma ışık tutmaya çalışmıştır. Özdeyişleri de bu konu ile ilgili oldukça fazladır.

Edebiyatın tanımını yapan Atatürk diyor ki;

Edebiyat denildiği zaman şu anlaşılır: Söz ve manayı yani insan dimağında yer eden her türlü bilgileri ve insan karakterinin en büyük duygularını bunları dinleyenleri veya okuyanları çok alakalı kılacak surette söylemek ve yazmak sanatı.Bugün içindir ki edebiyat ister nesir halinde olsun ister nazım şeklinde olsun tıpkı resim gibi heykeltıraşlık gibi bilhassa musiki gibi güzel sanatlardan sayıla gelmektedir.

Bu tanımdan sonra edebiyatın amaç ve hedefini çizmiş.

Beşeriyette en müspet ilim ve en ince teknik esaslarına dayanan hayatla ve kanla karşılaşmak kendileri için alında yazılı olan askerlik gibi yüksek bir idealist meslek dahi kendini içinde bulunduğu topluma anlatabilmek ve bu büyük insanlık ve kahramanlık yolculuğuna hazırlayabilmek için uyandırıcı hedefleyici yürütücü ve nihayet fedakar ve kahraman yapıcı vasıtayı edebiyatta bulur.

Bu cümlede üzerinde kısaca da olsa durulması gereken bazı önemli konulara yer verilmiştir. Bir kere Atatürk için edebiyat geçirilmesi güç zamanlarda uyandırıcı hedeflendirici ve yürütücü bir vasıtadır. Ancak dikkat olunacak husus bu vasıtanın yıkıcı değil fedakar kahraman ve yapıcı bir vasıf taşımasıdır. Sonra Atatürk’ün milli daha dorusu hamasi bir edebiyat zevk ve anlayışı olduğu ortaya çıkmaktadır.

Yine bu cümlenin devamında Atatürk’ün edebiyatı cemiyetin hal ve istikbalini koruyan ve daima koruyacak olan bir terbiye ve eğitim aracı saydığı da ortaya çıkmaktadır.

Şair Halit Fahri Ozansoy’a 29 Ağustos 1928 akşamı Dolma bahçe Sarayı’nda Türk inkılabı şairinin nasıl olması gerektiğini şu şekilde açıklamıştır.

Mutlak dahil olduğun parlak Türk devrinde şair olduğunu ispat edeceksin. Şiirlerin şen şatır fakat Türk milletinin sürur şetaret faaliyet his ve hareketlerini terennüm edecektir. Buna mevcudiyetini hasredeceksin.

ATATÜRK’E GÖRE EDEBİYAT

Atatürk; hayatı boyunca edebiyatla yakında ilgilenmiş edebiyatı toplum faydasına yöneltmek için direktifler vermiş okullarda öğretim programlarını bu yönde düzenletmiştir. Edebi sanatların bir fikrin özellikle inkılapların yayılması ve kökleşmesinde en etkili araç olduğuna daima inanmıştır.

Bir akşam toplantısında (1937) söz edebiyattan açılınca bu konuda çeşitli konuşmalar yapılır. “Edebiyat nedir? Osmanlı devrinde ve cumhuriyet rejiminde edebiyat denilince ne anlaşılıyor?” gibi sorular sorulur.

Osmanlı devrinde ve bugüne kadar geçen cumhuriyet çağında ve bundan evvelki Türk kültürel çağlarında ve hatta bütün medeni toplumlarda edebiyat denildiği zaman şu anlaşılır:

Söz ve anlamı yani insan aklında yer eden her türlü bilgileri ve insan kudretinin en büyük duygularını bunları dinleyenleri veya okuyanları çok alakalı kılacak surette söylemek ve yazmak sanatı.

Bu itibarla edebiyatın her insan ve cemiyeti bu cemiyetin hal ve geleceğini koruyan ve koruyacak olan her kuruluş için esaslı eğitim araçlarından biri olduğu kolayca anlaşılır.

Bunun içindir ki Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı edebiyat öğretiminde şu noktalar bilhassa önem ve kıymet vermelidir:

A) Türk çocuğunun kafasını yaratılıştaki dikkat ve itinaya göre geliştirmek. Bu cumhuriyetin sağlık düzeniyle ilgilenen bakanlığa da düşen bir görevdir.

B) Güzel muhafaza edilen Yürek kafa ve zekalarını açmak yaymak genişletmek. Bu bilhassa Milli Eğitim Bakanlığının görevidir. Bununla birlikte Türk çocuklarının kafalarına müspet ilim ve maddi teknik mefhumlarını yalnız nazari olarak değil aynı zamanda pratik vasıtalarla da yetiştirmek.

C) Bir taraftan da Türk kafalarındaki kabiliyetleri Türk karakterindeki sağlamlıkları Türk duygularındaki yükseklik ve genişlikleri kendileri hiç zorlanmadan doğal bir halde ve olduğu gibi ifadeye onları alıştırmak.

Atatürk’ün Türk dili hakkındaki görüşlerinin oluşmasında yetiştiği devrin fikir akımlarının ve dil konusundaki çeşitli tartışmaların etkili olduğu bilinmektedir. O her Türk aydını gibi dil sorunu ile yakından ilgilenmiştir. Cumhuriyetten çok önceleri daha 1917’lerde G. Nemeth’in Türkçe Grameri’ni görmüş bu münasebetle gazete dilini yalnız aydınların değil herkesin anlayabilmesi gerektiği yolunda görüş bildirmiştir. 1922’de yaptığı bir konuşmada “muallime” yerine “muallim hanımlar” diye hitap etmiş arkasından da dilimizde “dişilik te’si” kullanmak zorunda olmadığımızı ifade etmiştir. Bu iki anekdot Atatürk’ün çok önceleri Arapça kurallardan arınmış sade Türkçe’den yana olduğunu göstermektedir. Bu görüsün oluşmasında etkili olan hareketleri anlayabilmek için Cumhuriyet öncesindeki faaliyetleri iyi bilmek gerekir.

Tanzimat Döneminde Namık Kemal Ali Suavi Ziya Pasa Ahmet Mithat Şemsettin Sami Süleyman Pasa gibi yazarların bilinçli olarak başlattığı dilde sadeleşme çabaları Osmanlı Türkçe sini olabildiğince sadeleştirme yolunda önemli bir başlangıç olmuş bu gelişmeler yönünde daha sağlıklı bir hareket olan “Yeni Lisan” hareketinin doğmasında rol oynamıştır.

Bu yıllarda görülen bir başka hareketten de bahsetmek gerekir: Tanzimat Döneminde “sadeleşme” akimi içinde iken Servet-i Fünûn ve onu takip eden yıllarda bağımsız bir nitelik kazanan “tasfiyecilik” hareketi. Şemsettin Sami Ahmet Mithat Necib Âsım Ahmet Cevdet Emrullah Efendi Veled Çelebi Fuat Köseraif Hüseyin Kazım gibi şahsiyetlerin temsilciliğini yaptığı bu görüş dildeki Arapça Farsça kelimelerin tamamen atılmasını savunmaktadır. II. Meşrutiyet döneminde Türk Derneği ve dergisi etrafında toplanan tasfiyecilerin bas temsilcisi Fuat Köseraif’tir.

Bu akımlar Cumhuriyete kadar bir çatışma halinde süregelmiş Cumhuriyet sonrasında da zaman zaman taraftar bulmuşlardır. Ancak Cumhuriyete kadar en etkili olanı “Yeni Lisan” akimidir. Bu akim 1911 yılında Selânik’te çıkmaya başlayan Genç Kalemler dergisi etrafında toplanan Ömer Seyfettin Ali Canip Ziya Gökalp Kâzım Nâmi Âkil Koyuncu gibi isimler tarafından savunulmuştur. Bunlar içinde özellikle Ziya Gökalp’in teorisyenlik yaptığını Ömer Seyfettin’in ise onun görüşlerini hikayelerinde uyguladığını belirterek bu ikisinin önemini vurgulamalıyız.

Yeni Lisancıların başlıca görüşleri söyle özetlenebilir: Dildeki Arapça Farsça gramer kurallarını atarak Türkçe’nin kurallarını isletmek; Arapça Farsça kelimeleri Türkçe’deki söylendikleri gibi yazmak; öteki Türk lehçelerinden kelime almak yerine İstanbul Türkçe’sine dayalı canlı bir yazı dili oluşturmak; bu yolla taklit ve özentiden kurtulmuş millî bir dil ve edebiyat ortaya koymak.

Yeni Lisan akımının en önemli özelliği Tanzimat’tan beri süregelmekte olan “fesahatçilik” ve “tasfiyecilik” gibi birbirine zıt fikir akımlarını günün şartları içinde en ilimli biçimde uzlaştırarak milli dile geçişi sağlamış olmasıdır.

Görüldüğü gibi Cumhuriyete gelinirken Türk aydınının gündeminde “dil” sorunu önemli yer tutmaktadır.

Başından beri Türk dili ile yakından ilgilenen Atatürk’ün millet tanımı içinde dilin çok önemli bir yeri vardır. Ona göre millet dil kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların meydana getirdiği sosyal ve siyasi bir topluluktur. O bu konudaki görüşlerini su şekilde daha net söylemektedir: “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkı Türk milletidir. Türk milleti demek Türk dili demektir. Türk dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlakını ananelerini hatıralarını menfaatlerini kısacası bugün kendi milliyetini yapan şeyin dili sayesinde muhafaza olduğunu görüyor. Türk dili Türk milletinin kalbidir zihnidir.”

Atatürk’ün Sadri Maksudî’nin Türk Dili İçin isimli eserinin basına yazdığı su sözleri onun dil görüsünün en güzel ifadelerindendir: “Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması milli hissin inkişâfında başlıca müessirdir. Türk dili dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkesini yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

Atatürk’ün dil konusundaki bu düşünceleri milliyetçilik anlayışı içinde önemli yer tutmaktadır. Dil inkılabı onun diğer inkılaplarıyla bir bütün olarak ölümüne kadarki zaman dilimi içinde çeşitli aşamalarda uygulamaya konulmuştur: Bunlardan ilki hiç şüphesiz ki 28 Ağustos 1928’deki “Yazı İnkılabı”dır.

Atatürk’ün bu uygulamaya esas olan görüşleri şöyledir: “… Bir milletin bir heyet-i içtimainin yüzde onu okuma yazma bilir yüzde aaaaeni bilmez bundan insan olanlar utanmak lazımdır. Bu millet utanmak için yaratılmış bir millet değildir; iftihar etmek için yaratılmış bir millettir tarihini iftiharla doldurmuş bir millettir. Fakat milletin yüzde ……ni okuma yazma bilmiyorsa bu hata bizde değildir. Türk’ün seciyesini anlamayarak kafasını birtakım zincirlerle saranlardadır. Artık mazinin hatalarını kökünden temizlemek zamanındayız. Hataları tashih edeceğiz.”

Atatürk bu görüşten hareketle Türkçenin ses yapısına uygun ve kolay öğrenilir olan Latin alfabesini kabul ederek yazı inkılabını dil inkılabının en önemli safhalarından biri olarak uygulamaya koymuştur.

Yazı inkılabından sonra asil önemli olan dil inkılabının bilime uygun şekilde uygulamaya konmasıdır. Atatürk bu düşünceyle 12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti (Türk Dil Kurumu)’ni kurdurmuş hatta tüzük taslağını bizzat kendisi hazırlamıştır.

Bundan sonra yoğun bir faaliyet başlamıştır. 26 Eylül-6 Ekim 1932’de I. Türk Dil Kurultayı toplanmıştır. Kurultayda belirlenen ana program doğrultusunda dil seferberliği başlatmış ve taramayla elde edilen dil malzemesi “Osmanlıca’dan Türkçe’ye Söz Karşılıkları Tarama Dergisi” adıyla yayınlanmıştır.

Bu uygulamalar yapılırken diğer taraftan Tanzimat’tan beri süregelen çeşitli akımların yandaşları dilde sadeleşme konusunda yeniden karşı karşıya geldiler. Bu yıllarda inkılap heyecanı ile “tasfiyeci”lerin ağır bastığı görüldü. Onlara göre Türkçe hiçbir dilden kelimeye ihtiyaç duymayacak kadar zengindi yabancı kelimeler atılarak yerlerine halk ağzından ve yazılı kaynaklardan Türkiye dışındaki Türk lehçelerinden derlenecek kelimeler konulmalı idi.

Atatürk bu cazip görüsü denemeye karar verdi. Onun bu uygulama döneminde yaptığı su konuşma tarihî bir belge gibidir: “Avrupa’nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak önürme uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar; onlar bugün en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar: Baysal utkusu.”

Bu konuşmada olduğu gibi çoğunluğu arkaik Türkçe olan yeni kelimeler kabul görmemişti. Ayrıca yeni kelimelerin kullanılmasında da bir birlik sağlanamamıştı. Örnek olarak kalem kelimesi yerine değişik yazarlar çizgiç kamis kavri sizgiç yagus yazgaç yuvus gibi kelimeler kullanmaktaydı. Bu sebeple dil seferberliği kısa sürede çıkmaza girdi.

Atatürk bunun üzerine “Türkçecin hiç bir yabancı kelimeye ihtiyacı olmadığını söyleyenlerin iddiasını tecrübe ettik. Dili bir çıkmaza sokmuşuzdur. Maksatlarımızı anlatamaz olmuşuzdur… Bırakırlar mı dili çıkmazda? Hayır! Biz daha önce kurtarmaya bakalım.” diyerek bu denemeden vazgeçti. Atatürk’ün 1936’dan sonraki konuşmalarında yukarıdakine benzer arkaik Türkçe kelimelerin yer almaması bunun bir göstergesidir.

1934-1936 yılları arasında tasfiyeci görüsün ağır bastığı tarama ve derlemeler ayıklandı. 1936-1937 yıllarında Güneş-Dil Teorisi yolunda uygulamalarla önceki dönemdeki aşırılıklar giderilmeye çalışıldı. Bu teori ile Türk milletine bir güven ve millî bilinç vermek kültür ve medeniyetin Türkler tarafından dünyaya yayıldığı bütün dillerin Türkçe’den çıktığı belirtilerek dili daha ilimli bir çizgiye oturtmak amacı güdülmüştür.

Atatürk’ün bu dönemde yaptığı en önemli uygulamalardan birisi de adini bizzat kendisinin koyduğu Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesini 1936’da kurdurmuş olmasıdır.

Sonuç olarak Meşrutiyet dönemindeki dil akımlarının etkisi ile sağlam bir dil bilinci kazanmış olan Atatürk’ün Cumhuriyet döneminde yazı ve dil inkılâbı ile Türk dilini halka mal ettiğini kurdurduğu Türk Dili Tetkik Cemiyeti ve Dil ve Tarih-Coğrafya Fakülteleri aracılığıyla ilmî yöntemlerle araştırma ve geliştirme yolunda tarihi uygulamalarla günümüze ışık tuttuğu anlaşılmaktadır.

Türk bilim adamlara bugün de bazı yazılı ve görüntülü basının umursamazlığına rağmen Türk dilinin yabancı dillerin boyunduruğu altına girmemesi için ayni şekilde çalışmalarını sürdürmektedirler.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir